İçinde bulunduğumuz genel politik atmosferde örgütlü devrimci sınıf güçleri görece zayıf durumdadır. Örgütsel-politik alandaki yetersizliklerin yanı sıra ideolojik savrulmalar pratik olarak yansımakta, ve böylece halkın devrimci öfkesi devrimci mücadeleye kanalize olmak yerine sistemin yasalcı, parlamentarist düşünen içi ufkunda hapsolmaktır. Ekonomik kriz, enflasyon, işsizlik, sömürünün yoğunlaşması vd. toplumsal sorunları yaratsa da, halkın biriken öfkesi o veya bu komprador parti veya ittifak üzerinden dumura uğruyor. Sosyal-ekonomik sorunların ağır yükü halkın farklı kesimlerini direnişe ve hak mücadelesine yöneltmektedir. Dağınık parça parça gelişen mücadele hattı faşist burjuva devletin sistematik baskısı ve saldırısı altındadır. Diğer yandan da halkın hoşnutsuzluğu ve öfkesini sadece AKP (Erdoğan) karşıtlığına indirgenen ve hükümetin düşmesiyle her bir sorunun çözüleceğini vaat eden geniş bir siyasi yelpaze vardır. Komprador muhalefet partilerden reformist harekete ve oradan devrimci hareketin birçok kesimi sadece “AKP ve tek adam rejimi sistemi”ne karşı konumlanmış durumdadır. Bunun politik alandaki yansıması ise parlamento ve seçimler, kurulacak hükümetin biçimi ve rolü kurulan, seçim ittifakları, laik- anti-laik üzerinden yaratılan suni saflaştırma üzerinden bölen vb. politikalar şeklindedir.
Yani tüm sosyal ve ekonomik sorunlara temel oluşturan emek-sermaye çelişmesi üzerinden, devrimci esaslara göre şekillenen bir mücadele ve örgütlenme hattı bulunmuyor. parlamentarist yasalcı, reformist bir bakış var.
Hem hükümet kanadı hem de muhalefetteki komprador partiler halktan sabır istiyorlar. Devlet ise sömürücü sınıflar adına baskıyı yoğunlaştırıyor; yasaklarla, tutuklama ve gözaltılarla, devrimci güçlere saldırsılarla halkın birleşmesini önleyerek ekonomik kriz dönemini atlatmaya çalışmaktadır. Devlet, “egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim” olduğu için devletin proletarya, emekçi, köylülük ve tüm halk kesimi üzerinde şiddetlendirdiği faşist terörün amacı komprador burjuvazinin bağlı oldukları emperyalistlerin üstün çıkarlarını; sömürü, yağma, talan ve egemenliklerini sürdürmek, güvence altına almaktır. Bu şu veya bu hükümetten bağımsız olarak sömürücü sınıfların üstün kıldıkları ortak çıkarlarını koruyan, güvenceleyen devlet aygıtının kurumsallaşmış faşist niteliğinin süreklileşen bir sonucu ve parçasıdır. Bu gerçeği halktan gizleyen ve AKP giderse baskıların, hak gasplarının yok olacağını iddia eden her anlayış düzene hizmet eder.
Demagojiye izin vermemek adına belirtmek gerekir. AKP hükümeti 20 yıldır faşist devletin kurumsal temsiliyetini yapıyor. Emperyalistlerin, komprador büyük burjuvazinin sınıf egemenliğine ve devletin bu sınıfların ihtiyacına uygun siyaset yapmamaktadır. Ayrıca ezen Türk burjuvazisinin ideolojik-siyasi çizgisine uygun politik yönemlimlerin de yürütücüsüdür. Devletin beyni durumdaki MGK’da üyeleri vardır. Dolayısıyla hükümette olması nedeniyle baş düşman konumundadır, hedeftir. Halkın sömürülmesinde, ezilmesinde birebir sorumludur. Doğal olarak halkın öfkesi ilk başta hükümetlere yönelir. Devrimci siyasette bu gözetilir, gözetilmek zorunluluğu vardır. Karşı çıktığımız nokta faşizm AKP’yle eşitleyerek devletin kurumsal faşist niteliğinin ve sömürücü sınıfların varlığının yok sayılmasıdır. AKP/Erdoğan giderse devletin demokratikleştirileceği yanılsaması yaratılmasıdır. Bu beklentinin de seçime ve temsili burjuva parlamentosuna bağlanmasıdır. Dolayısıyla, yasalcı, barışçıl ve parlamentarist mücadele yoluyla faşist devleti demokratik burjuva cumhuriyete dönüştürme ve hatta bu yolla devrimin yapılacağının reformist anlayış ve parlamentonun kapısına kilit vurulsa da egemen sınıfların varlığı ve sömürüsü devam edecektir. Devletin hakimiyet araçları olan ordu, polis, hapishaneler mahkemeler vb. kurumların varlığı bunu olanaklı kılmaktadır. Hükümetin olmadığı askeri darbe dönemlerini hatırlarsak, parlamentonun ve hükümetlerin gerektiğinde bir kenara fırlatıldığını görürüz. Dolayısıyla, burjuvazinin en gerici yönetim biçimi olarak faşizm devlet iktidarından (Türkiye’de sürekli ve kurumsal olarak) bulunduğu koşullarda parlamento kaba ve uydurma, önemsiz bir kurum olarak kalır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da parlamentonun niteliği budur.
Şöyle bir soru sorarak devam edelim: Millet ittifakının temsil ettiği bir hükümetin kurulmasıyla ne değişecek? Veyahut parlamentoda çoğunluk sağlandığı takdirde, gelişmiş burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü bir devlet yapılanması yaratılabilir mi? Anayasal temelde burjuva demokratik cumhuriyetin nitelikleri oluşturabilir mi? Öyle ya, AKP eşittir “islami faşizm” ve onun gitmesiyle her şey değişecektir! Tüm bu soruların cevabına hayır diyoruz. Çünkü Türkiye’de yarı-askeri faşist diktatörlüğün (kimi dönemler askeri faşist diktatörlük) kurumsal ve sürekli niteliği vardır. Öyle, bir hükümetin değişmesiyle veya kimi demokratik istemlerle faşizm yenilgiye uğratılamaz. Hafızayı tazelemek adına; 1990’larda “93 savaş konsepti” ve Sivas katliamı SHP’nin hükümet ortaklığı döneminde gerçekleşmedi mi? Kuzey Kürdistan’da binlerce köy SHP döneminde yakılıp yıkılmadı mı? Kontra-gerillanın Hizbullah’la iş tutarak yurtseverleri, komünistleri, devrimcileri, halktan insanları katlettiği dönem değil miyd 1990’lar? Alevi-sunni kutuplaşması yaratarak yapılan Sivas katliamı faşist devletin denetiminde yapıldı. Bunları tekrar hatırlatıyor olmamız gerçekten trajik. Bunları niye hatırlatıyoruz? Çünkü faşizm AKP ile eşitleyen ve bunu da “islami faşizm” diyen anlayışlara cevap olarak, yaman “demokrat” SHP ve Karayalçın’ın (ve tabi ki CHP ile aynı nitelikte) hükümette olduğu dönemde dinin nasıl da kullanıldığını anlatmak istiyoruz. Yani hükümetler bir ikirciklik yakaladığında, hükümetten uzaklaştırılır. Bunun 1990’lardaki örneği Erbakan’ın Refah-yol hükümet dönemidir. Sorularımızı genişleterek devam edelim.
Sivas katliamı ve Hizbullah’la da iş tutularak yapılan katliamlarda reformistlerin ve kimi küçük burjuva devrimci kesimlerin “sol”da gördükleri dönemde SHP vardı. Bu katliamlar devlet gözetiminde gerçekleşti. Sormak lazım, AKP’nin “islami faşist” rejiminin bugünkü halk düşmanı saldırılarıyla, 1990’larda dini kullanan faşizmin SHP eliyle yaptığı halk düşmanı saldırılarıyla, nasıl bir nitelik farkı vardır? Faşist devlet, halkı sindirmek ve ezmek, bölmek için dini gerektiğinde kullanır, kullanacaktır. Bu, reformistlerin (ve kimi devrimci hareketlerin) “solda” gördüğü CHP‘nin hükümete gelmesiyle değişmez. Çorum ve Maraş katliamlarında CHP’nin hükümette olduğunu da not düşelim.
Tüm bunların anlaşılmasının temel nedeni devletin sınıfsal temele oturtulmadan değerlendirilmesidir. Türkiye’de hüküm süren faşizm dönemsel ve hükümetlere bağlı gelişmediği, Türkiye Devleti’nin kuruluşundan itibaren kurumsal ve sürekli olduğunun yok sayılmasıdır.
Faşist devleti parlamenter yolla dönüştüreceğini ve demokratik cumhuriyeti kuracağını iddia eden reformistler, seçim sürecine girmesiyle paralel ittifaklar kuruyorlar. Kurulan ilk ittifak “Sosyalist Güç Birliği” (SGB) oldu. Daha sonra da kimi devrimci yapıların da dahil olduğu “Emek ve Özgürlük İttifakı” kuruldu.
Parlamentarizm Bataklığında Çırpınışlar
Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır, hükümet ve devrimci hareketin örgütsel-politik olarak zayıf olması, reformizme alan açmaktadır. Dolayısıyla dönem itibariyle reformizmin ideolojik-politik etkisi büyüktür. Reformist-revizyonist görüşler devrimciler üzerinde de etkilidir. Bunun en yalın hali yasalcı, barışçıl, parlamentarist mücadeleye olan bakış açısında gösteriyor. Seçimleri, parlamentoyu bir kurtuluş yolu olarak gösteren, “AKP/Erdoğan gitsinde….” üzerine oturtulan siyasetin parlamentar çoğunlukla “iktidar”a oturacağını iddia eden yaklaşım Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketi üzerinde etkilidir. Bu vurguyu da yaptıktan sonra SGB’nin kuruluş bildirisindeki açıklamalarıyla devam edelim.
SGB beklenildiği üzere kuruluş bildirisi programını “AKP/Erdoğan” ve onun “ucube rejimi” üzerine şekillendirdi. Daha önce de belirttik; dönemin hükümetleri, faşist devletin politikalarının yürütücüsü, temsilcileri oldukları için hedefe konuluyor. Mesele elbette bu değildir. Mesele, reformistlerin (ve kimi devrimci örgütlerin) faşizmin yapısal ve sürekli olmadığını iddia eden ve AKP’yle eşitleyen anlayışıdır. Ayrıca Erdoğan’ı uzaklaştırılmasıyla faşizm ortadan kalkacağı iddiasıdır. Bununla da kalmayarak parlamenter çoğunluğun yakalanmasıyla “iktidar” ele geçireceklerini ve devleti yasalar yoluyla dönüştüreceklerini vaat etmeleridir. Bunu da, faşist devletin ordusu, polisi, bürokrasisi, mahkemeleri, hapishaneleri taş gibi yerli yerinde duruyorsa yapacaklar: Bu, halkı aldatmak ve onu düzen içine çekmek değil de nedir? Sömürücü sınıfların rolünü, devletin niteliğini görmezden gelen reformist cenah, barışçıl parlamenter yolla sömürüyü, eşitsizliği ve adaletsizliği ortadan kaldıracağını beyaz ediyor.
SGB’nin kuruluş bildirisinde; “insanın insanı sömürdüğü, eşitsizlik ve adaletsizliğin hergün daha da derinleştiği bu toplumsal ve siyasal düzeni reddediyorum. Sermaye ve patronların zanginleştiği, emekçilerin her geçen gün yoksullaştığı kriz koşulları hızlı bir çöküşü de işaret etmektedir. Bu gidişi tersine çevirmek, sömürünün ve işsizliğin ortadan kaldırılacağı,insanca bir yaşamın kurulacağı bir Cumhuriyet için harekete geçiyoruz” deniyor. Ayrıca; “AKP, yirmi yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyetin kazanımlarını tek tek ortadan kaldırarak tam boy piyasacı ve işbirlikçi bir siyasal islamcı rejimi kurdu” diyor.
Elbette sömürünün, eşitsizliğin ve adaletsizliğin ortadan kaldırılması için mücadele yürütüyoruz. Peki tüm bunların gerçekleşmesi SGB’nin çizdiği çerçevede mümkün mü? En gelişmiş burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkelerde sömürünün, eşitsizliğin, işsizliğin ortadan kalktığını kim söylemiş? Nasıl bir Cumhuriyet ankayışıdır ki sömürü ve eşitsizlik ortadan kalkıyor. Yani SGB’nin boş vaatleri bir anlam ifade etmiyor. Demokratik Cumhuriyetin burjuva çerçevedeki hak ve özgürlüklerini elbette faşizme karşı savunuyoruz. Ama hangi siyasi çizgi, yol ve yöntemle olmalıdır? Türkiye-Kuzey Kürdistan’da demokratik cumhuriyetin hak ve özgürlüklerinin kazanımla sonuçlaması için öncelikli faşizme karşı parlamenter barışçıl mücadele değil, faşist diktatörlüğün kurumlarının dağıtılması için baştan itibaren zor yöntemleriyle mücadele yürütmek gerekiyor. Faşist devlet iktidarı tüm gerici kurumlarıyla örgütlüdür ve en küçük hak ve özgürlük mücadelelerine karşı zor kullanıyor. Yüz yıllık Türk devlet geleneğinde durum budur.
AKP yirmi yıllık dönemde cumhuriyetin hangi kazanımlarını ortadan kaldırdı ki, “siyasal islamcı rejim” kurmuş oldu. Sınıfları, sınıf mücadelesini temel olmayan ve dinin kimi dönemler daha yoğun kullanılmasının önün açıldığı süreçleri yok sayan bir yaklaşımdır bu. Bugünün AKP’si de en az CHP kadar Kemalist ideolojiyle hareket ediyor. Çünkü Kemalist ideoloji ırkçı-şoven, faşist ve hakim Türk ulus burjuvazinin sınıfsal ideolojisidir. Bugünün AKP’si ve Erdoğan komprador bürokrat Türk burjuvazisinin sınıfsal çıkarını savunuyor mu? Savunuyor. Faşist devlet kuruluş esasları üzerinden hareket etmiyor mu? Ediyor. Dini esasları ön plana çıkararak devleti yönetmesi neyi değiştirir. CHP ve türevlerinin, reformistlerin cumhuriyetin kazanımları yok edildi yaklaşımları çürüktür. AKP’den önce devlet laik miydi? Diyanet, camiler Türkiye devletinin kuruluşundan itibaren devlete bağlı kurumlardı.
Hareketimiz, Türk devletinin faşist diktatörlüğü altında sözde varolan ama esasta ise hiç kurulmayan demokratik cumhuriyet’in gerçekleşmesi ve buna bağlı olarak demokratik kapsamdaki tüm hak ve özgürlükler için mücadeleyi sosyalist devrim öncesinin hedeflerini ifade eden asgari programında belirtir. Ancak bunu, birincisi, Maoist Parti’yi sosyalist devrime odaklarken devrimi kolaylaştırmanın; ikincisi, Maoist Parti’ye günlük propaganda ve ajitasyonda kolaylık sağlamanın; üçümncüsü, devletin faşist karakterini daha geniş çerçevede teşhir etmek ve dördüncüsü, tüm bunlar içerisinde devrimi gerçekleştirmenin zorunlu talepleri olarak ele alır. Bu itibariyle yalnızca reformistlerden, parlamanterislerden vb. değil, önüne demokratik devrim programını kayan devrimci yapılardan da ayrışır. Ayrıca laiklik konusunda asgari programı içinde şunları dile getirir; “din ile devlet işleri”nin birbirinden ayrı olması, diyanet teşkilatının, caminin devletten ayrılması; bütün mezhepler üzerindeki dini baskılara ve bazı mezheplere tanınan imtiyazlara son verilmesi; kişinin inanç özgürlüğüne kısıtlama getirilmesi, okulun din-cami-diyanetten ayrılması ve tamamen bilimsel olması ve nüfus cüzdanında din tanımının kaldırılması (Programdan)
Maoist Parti tüm bunları programında savunduğu gibi, dinin Türkiye devletinin kuruluşundan itibaren egemen sınıflar lehine kullanıldığının da tespitini yapar. Türk devleti baştan beri laik değildir. Olan, Osmanlı’dan devralınan yönetim biçimine dinin uyarlanmasıdır. AKP döneminde dinin biraz daha ön plana çıkması cumhuriyetin kazanımlarının yok edilmesi değildir. Dinin devletten tamamiyle ayrılmasını savunmak, hiçbir dini inanca ayrıcalık tanınmamasını istemek vb. ilerici ve demokratik bir taleptir.
Tüm bunları savunurken gerçeği saptırmak, sömürücü sınıflara ve devletin niteliğini yanlış nitelemek, halkın kafasını bulandırmak, halkı düzen içine çekmek kabul edilemez. Evet, AKP karşıtlığına indirgenen reformist, parlamentarist anlayış “AKP gitsin de….” diyen siyasetin, egemen sınıfların diğer kliklerinin toplaştığı millet ittifakına göz kırptığı sır değildir.
SGB’nin; “millet ittifakının sağ ve sermaye yanlısı karakter ile politikalarının da ülkemizin ve halkımızın gerçek sorunlarına çözüm olmayacağı açıktır”. değerlendirmesi yanıltıcı olmamalıdır. SGB bileşeni esasta CHP’ye kırgındır. Çünkü CHP’yi solda görüyor, diğer “sağ” ve gerici partilerle iş tutulmasına öncelik vererek kendilerini dışta tutmasına kızgındır. Millet İttifakına “sağ ve sermaye yanlısı” denilse de CHP’den birisinin cumhurbaşkanı adayı olması durumunda bu değerlendirmelerinin tuzla buz olacağını anlamak için kahin olmaya gerek yoktur. Reformistlerin CHP’yi solda görmeleri kendileri için handikaptır. CHP gerçekten “sol” olsaydı millet ittifakına önderlik edebilir miydi? CHP ırkçı-şoven faşist bir partidir. Bu niteliğindendir ki düzen partileri kendisine hayırhah bir tutum sergiliyorlar. AHP’nin bu niteliği onu reformist kesime değil, diğer düzen partileriyle ilişkilenmesine öncelik vermesini getiriyor. Yani onları birleştiren tercih değil, savundukları faşist diktatörlüğün esaslarıdır.
Reformistlerin diğer bir yanılgısı da seçimlerde çoğunluk olmaları durumunda hükümet kurabileceklerini sanmalarıdır. Komprador partilerin seçimi kazanmaları durumunda hükümet kurmaları önünde(şayet koşullar uygunsa) bir engel yoktur. Ama bu reformist partiler için geçerli değildir. Türkiye-Kuzey Kürdistan reformis hareketle kendilerinin de bunu başaracağına inanıyorlar. Bu, neden gerçekçi değildir? Çünkü faşizmle yönetilen bir devlet yapılanması var. Gelişmiş burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü şartlar yok. (Ayrıca bu şartlar olsa da hükümet kurabileceleri anlamı taşımaz.) Yanısıra reformistler birer komprador parti olmadıkları için faşist devlete ve sömürücülere güvem veremezler.
Peki, bir an için reformistlerin hükümet kurduğu düşünelim. Faşist kurumlar olan ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler yerli yerinde duruyorken gerçekten demokratik cumhuriyete geçiş yapılabilir mi? Devletin hükümetlere ve parlamentoya karşı olan tavrını geriye dönüp baktığımızda, bunun sadece bir istekle kalacağını belirtelim. Şunu da belirtmekte fayda vardır, kimi tarihi koşullarda reformistler bir ihtimal hükümette yer alabilirler. Nedir o koşullar? Örneğin; faşizme karşı sınıf mücadelesi gelişir, halk hareketi genişler, devletin faşist kurumları zayıflarsa; sömürücü sınıflar halkı aldatmak ve düzen içinde tutmak için reformislerinin önünü açabilirler. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi bile barışçıl parlamenter yolla değil, sınıf mücadelesiyle olabilir. Komünist ve devrimci hareketin örgütsel-politik olarak güçlenmesi ile önderliği mücadeleye farklı bir nitelik kazandırır.
Bir hatırlatmada bulunmakta fayda vardır. Dünyada gelişen halk hareketlerinin düzen içine çekilerek edilmesinin temel nedeni, Komünist Parti önderliğinden yoksun olmalarıdır. Bunun son örneği Sri Lanka ve İran’da yaşananlardır. Sri Lanka halkı isyan ederek başbakanlık konutunu yaktı ve başbakanın ülkeden kaçmasını sağladı. Ancak yine de kovulan başkana yakın bir isim mecliste seçilerek başkanlığa getirildi. Bunlar parlamanterizm ahmaklığının sonuçlarıdır. Parlamento halkı aldatma kurumudur. Sri Lanka’da başkanın yönetimden düşürülmesi neyi değiştirdi? Halkın devrimci isyanı onu başkanlıktan indirdi, ama yerine farklı bir burjuva temsilcisi geçti. Demek ki sınıflar ve devletin hakimiyet araçları yerli yerinde dururken, hükümetin ve bireylerin değişimi sistemin değişimi açısından birşey ifade etmiyor. Sri Lnka’da sonuç; ekonomik yııkım içinde, yeni seçilen başkan IMF ile 2.5 milyar dolarlık anlaşma imzalıyor.
Bunun yanında Güney Amerika ülkelerinde “sol” olarak nitelenen ve seçilen birçok hükümet va. Bunlar biçimsel demokratik istemler dışında birşey değiştirip dönüştüremiyor. Değişen ise, esasta halkın direnişi sonucu gerçekleşiyor. Yani dünyanın dört bir yanında halklar isyan ediyor, hükümetleri deviriyor, devleti yıllarca yöneten kişileri koltuğundan ediyorlar. Bu anlamda devrim lehine olumlu gelişmeler yaşanıyor. Ancak komünist devrimci önderlikten yoksun, devletin hakimiyet araçlarını yıkmaya yönelmediğinden ezilmektedir.
Maoist Komünistler hiçbir mücadele yönetimini ilkesel olarak red etmezler. Parlamentoya da bu açıdan yaklaşır. Parlamenter mücadeleyi yadsımaz, ama esas mücadele aracı olarak da ele almaz. Devrim lehine ajitasyon ve propaganda aracı olarak görür. Düzeni ve parlamentarizmi öne çıkaranları teşhir etmek ve halkı kendi deneyimi içinde sistemden koparmak, devrime kanalize etmek için kullanır.